ALPARSLAN VE ATATÜRK MALAZGİRT VE
BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBELERİ
İKİ ZAFERİN KADER SIRLARI
(26 Ağustos, 1071 – 26 Ağustos, 1922)
Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI
“Anadolu, on asırlık Türk vatanı, uzun tarihî seyri içinde birçok harplere ve kanlı olaylara sahne olmuştur. Sebep ve netice itibarı ile bu harplerden en önemlileri; Şüphesiz Türk akıncılarının, ihtiyar dünyamızın en güzel kara parçalarından biri olan bu topraklara yerleşmek ve buraları imar ederek ebet müddet bir Türk vatanı haline getirmeye karar vermelerinden sonra cereyan etmiştir”.
Şu bir gerçektir ki, engin denizlerin, ortasından kopup gelen fırtınalar dalgalar gibi, İç Asya Türk denizinden kaynayıp gelen büyük Türk muhacereti dalgaları, zaman zaman Anadolu yaylalarına da vurmuştur. Onlar, büyük kitleler halinde Anadoluya ayak bastıktan sonradır ki; taşıyla, toprağıyla, ovaları ve yaylaları ile bu toprakları ele geçirmek, kendilerinden sonra gelecek Türk nesillerine buraları ikinci ve ebedi bir yurt, bir vatan olarak armağan etmek istemişlerdir. Ancak Anadolunun kapılarını Türklere açmak ve buraları üzerinde yaşanabilecek bir vatan yapmanın siyasî manada ilk mücadeleleri şüphesiz Müslüman Selçuklularla başlamıştır. Daha önce gördüğümüz birçok Türk kavimleri gibi Selçuklular da Orta Asyadan kalkarak Aşağı Türkistana gelmişler, daha sonra da üstün teşkilât gücü ve devlet kurma yetenekleri ile bütün İslâm dünyasına hâkim, Türk askerî aristokrasisine dayanan çok güçlü bir imparatorluk kurmuşlardır.
Artık Anadoluya Türk akınları başlamıştı. Türkler doğudan başlayarak sürekli bir şekilde Anadolunun iç kısımlarına doğru ilerliyorlardı. Her hangi bir tedbir alınmadığı takdirde, bu akıncı atlarının nal sesleri çok yakın bir gelecekte belki de Bizans surlarında yankılanacaktı.
Doğuda beliren bu Türk tehlikesinin Anadolu ve köhnemiş Bizans, hatta daha geniş bir ifade ile Batı Hıristiyan dünyası için ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu anlayan Bizans imparatoru Romanos Diogenes, çok büyük bir ordu ile hareket ederek Doğu Anadoluya gelmiştir. Gayesi; İmparatorluğun kaybedilmiş topraklarını geri almak, Türk tehlikesini bertaraf etmek ve İslâm dünyasına iyi bir ders vermekti. İmparatorluğun doğu sınırların emniyeti de bu şekilde sağlanmış olacaktı.
Fakat onun karşısına cihangir Asya ordularının en büyük komutanlarından biri olan Alparslan çıkmıştı.
İlk ordu arasında harp 26 Ağustos 1071 tarihinde bir cuma günü öğleden sonra Malazgirt ovasında başladı. Silahça üstün, askerce çok daha üstün, harp malzemeleri bakımından daha da üstün olan mağrur Bizans imparatoru, neye uğradığını bilememiş ve çok güvendiği askerî varlığı bir kaç saat içinde Türk cengâverlerinin yıldırımlar gibi parlayan kılıç şakırtıları arasında eriyip gitmişti. Diogenes; Alparslanın yaptığı her türlü barış teklifini küstahça reddeden bu mağrur imparator, esirler arasında perişan bir halde kendisini hakir gördüğü Türk Selçuk Sultanının karşısında bulmuştu.
Malazgirt muharebesi, şüphesiz Anadolunun kapılarını Türklere açmakla kalmamış, aynı zamanda dünya siyasî tarihinin mecrasını da Türklerin lehine olarak değiştirmiştir. Buradan yürüyüşe geçen Türk akıncıları önce İstanbulda konaklamışlar ve sonra Avrupa ortalarına Viyanaya kadar ilerleyerek, Hıristiyan toprakları üstünde çok güçlü bir dünya hâkimiyeti ve bir imparatorluk kurmuşlardır. Daha sonra da bu Türkler muhteşem bir medeniyetin Türk İslâm medeniyetinin yeni öncüleri ve temsilcileri olmuşlardır.
Zira Bizans ordusu Malazgirt Ovasında tamamen imha edildiği için Türk akıncıları artık ciddi bir mukavemetle karşılaşmamışlar ve Romanos Diogenesin ölümünden sadece iki yıl sonra Ege ve Marmara sahillerine inmişler, Üsküdardan İstanbulu selâmlamışlar ve bütün Anadoluda at koşturmuşlardır.
Ne yazık ki, Hıristiyan Batı dünyası Anadolunun, boz yeleli atlar üstünde gelen bu kartal pençeli Türk yiğitlerinin eline geçmesini hiç bir zaman hazmedememiş ve onlardan hemen her vesile ile acı bir intikam almak istemiştir. İşte insanlık ve bu arada Hıristiyanlık tarihinin yüz karası olan “Haçlı Seferleri” sadece bunun için yani Türkleri Anadoludan kovmak için başlatılmıştır. Dolayısıyla Anadolu insanının asırlarca kanı bu haçlı seferleri dolayısıyla nehirler gibi akmış ve kemikleri dağlar gibi yığılıp kalmıştır.
Batı dünyası, bu arzu ve Türkleri Anadoludan kovma ihtirasından hiç bir zaman vazgeçmemiştir. Onlara göre Anadolu, İstanbul, Hıristiyan azizlerin artıkları ile dolu olan bu yerler barbar Türklerden arındırılmalı ve Türkler buralardan çekilip gitmeli idiler.
Batı, bu korkunç hülyasını gerçekleştirmek için bütün bir haçlı dünyasını Avrupayı ayağa kaldırmış ve bu haçlı orduları 1071 tarihinden başlayarak XX. yüz yılın başına kadar yâni “Başkomutanlık Meydan Muharebesi”ne kadar tam dokuz asır Türklere kılıç çekmiştir. Sanki bu topraklardan akan Sakarya ve Fırat nehirleri değil Anadolu insanının barbar haçlılar karşısında döktüğü kan ve cam idi. Millî şairimiz;
“Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ”
derken işte bu gerçeği dile getirmiştir.
İşte Batı dünyası ile bizim aramızda bir kan ve ateş kasırgası halinde asırlardır devam edip gelen ve bize çok pahalıya mal olan siyasî kavga ve trajedinin temelinde bu gerçek yani Türkleri Anadoludan kovma gerçeği yatmaktadır.
Batının menhus kafaları bunun için plan üstüne plan yapmışlardır. Türklerin mukaddes Anadolu topraklarından kovulmaları için Batılı sömürgeci efendiler tarafından hazırlanmış melanet planlarının sayısı şimdilik yüzden fazladır. Dünyada Türk Milletinden başka hiç bir milleti tarih sahnesinden silmek için böylesine çok yönlü melun planlar yapılmamıştır. Bugün bile bu güzel yurdumuzu parçalamak ve bizleri birbirimize düşürerek bölmek isteyenler vardır. Türkiye üstüne oynanan bu oyunlar, hâlâ o kara hain emellerin uygulama ve devamından başka bir şey değildir.
Onların, Türk Devleti için en son, en çirkin, meşum planları şüphesiz “Birinci Dünya Harbi” ile sahneye konulmuş ve Sevr anlaşması gibi rezil bir belge ile de Türkler Anadolunun harimi ismetinde boğulmak istenilmiştir. Zira asırlarca üç kıtayı idare etmiş cihangir imparatorluklar kurmuş dünyanın efendisi yüce Türk Milleti için uygun gördükleri yer İç Anadoluda Haymana civarı, denizlerden uzak mendil kadar bir kara parçası idi.
Emperyalistler bununla da yetinmemişlerdir. Bütün güçleri ile ihtiyar Osmanlı İmparatorluğunun üzerine çullanmışlar ve birçok cephede kahramanca çarpışan Türk ordusunu mağlup ilân etmişlerdir. Dolayısıyla Türk Milleti ümitsiz bir vaziyette tarihin en kara günlerini yaşamaya başlamıştı. Durum aziz Atatürkün bir belagat abidesi olan gençliğe hitabesinde belirttiğinden daha farklı değildi. Zira “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti”. “Millet fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş” idi.
Bundan daha acıklısı, milletin mukadderatını elinde tutanlar, Sevr anlaşması gibi Avrupaya dahi zül olan bir anlaşmayı imzalayarak bütün Türk Milletini diri diri mezara gömülmeğe mahkûm etmişlerdi. Şimdi sıra şairin;
“Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hattâ
Çekmez kürrenin sırtı bu tabutı cesimi”
dediği o ulu tabutu kara toprakla örtmeğe gelmişti. Batılı emperyalistler bu işi Yunan palikaryalarına bırakmışlar ve onları Anadoluyu yeniden istilâ etmeye kışkırtmışlardır.
Kendilerini kokuşmuş Bizans İmparatorluğunun varisi ilân eden ve İstanbulu yeniden ele geçirmenin hülyası ile çırpınıp duran Yunanlılar artık vaktin geldiğine inanarak İzmire girmişler tüyler ürperten bir vahşet ve zulüm ile Anadolunun harimi ismetine doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Tarih boyunca hür yaşamış, büyük devlet ve imparatorluklar kurmuş ve kurmuş olduğu bu geniş imparatorluk sınırları içinde Rum ve Yunanlılar da dâhil din, dil ırk bakımından tamamen farklı birçok milletleri emniyet, huzur ve adalet içinde asırlarca idare etmiş yüce Türk Milleti, bu üç buçuk soysuz Yunanlının hem de Anadolunun harimi ismetinde merhamet ve insafına terk edilmişti.
Belki bu, Türk Milleti için tarihin gerçekten de en kara ve felâketli günlerini oluşturmakta idi. Türk Milleti başına gelen bu felâketten yılmadı. Onun gözü gönlü Ankarada idi. Oradan doğacak bir milli irade güneşi, onun imdadına yetişmeli ve muzlim afakını karanlık günlerini aydınlatmalı idi. Onun için Türk maşeri vicdanından kaynaklanan ve daha sonraları bir Nuh Tufanını andıracak olan bir uğultu bir velvele başlamıştı. Türk Milleti 7den 70e kadar her yaşta her insanı ile sanki ilâhi bir vecd, aşk ve heyecan içinde idi. Anadolunun dağı taşı ne yapacağını çok iyi bilen bu imanlı insanların böylesine ulvî terennümü ile çalkalanıyordu. Bu bir hasret, bir ümit, bir beklenti idi. Ankara ve ismi gönüllerde alev alev yanan Atatürk beklentisi, idi. Sanki koca Anadolu, bütün bir vatan dile gelmiş bir heybet uğultusu halinde şöyle hayıflanıyordu.
“Ankaranın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz Yunana esir olduk
Bak şu feleğin işine bak”.
İşte bu günlerde memleketin dört bir köşesinde engin bir sevgi, zengin bir coşku içinde kutladığımız Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk Milletinin böylesine bir arayış içinde bulunduğu bir dönemde başlamıştır. Türk Milleti topyekûn bir kurtuluş savaşına hazırlanıyordu. Ya istiklâl ve hürriyet içinde yaşayacak veya ölecekti. Bu bir bakıma Türkün ateş, kan ve barutla imtihanı demekti.
Büyük Atatürk; daha önce Bizans ordularının karşısına çıkan büyük ceddi Ulu Hakan Alparslan gibi her türlü hazırlıklarını büyük bir ihtimam ve gizlilik içinde tamamladıktan sonra T.B.M.M. orduları “Başkomutanı olarak cepheye hareket etmiştir”.
Büyük Taarruz da (tıpkı Malazgirt meydan savaşı gibi) 26 Ağustos 1922 tarihinde, hilâlin mücahit Türk askerlerine nazlı bakışlarla tebessümler ettiği ve ışıkları ile parlak zafer mesajları gönderdiği bir şafak vaktinde başlamıştır. Tekbir sedaları andıran Türk topları, düşman mevzilerine bir cehennem ateşi ve ölüm kasırgası yağdırırken, şehitlik mertebesine ulaşmak için çırpınıp duran Mehmetçik, sanki bir gül bahçesine gidercesine kendisini ölümün kucağına atıyor ve bir kartal gibi düşmana dalıyordu. Can cana, baş başa, diş dişe bir boğuşma başlamıştı. Böylece bir taarruz ve boğuşmanın ne harp tarihinde ne de başka bir milletin geçmişinde eşi ve benzeri vardır. Zira bir tarafta vatanı için çarpışan, bayrak din ve milletin azizliği gibi yüce gayeler için canını her an feda etmeye hazır olan Türk askeri, diğer tarafta ise emperyalist emellerin zebunu vahşi kurt sürüleri gibi Anadolunun harimi ismetine dalan ırz ve namus nasipsizi Yunan palikaryası vardı.
Kükremiş aslanlar gibi düşman mevzilerine çullanan Mehmetçik, süratle zafere doğru koşuyordu. 30 Ağustos günü Dumlupınarda Başkomutanlık meydan muharebesi yapıldı. Düşman çevik Türk birlikleri tarafından kuşatılarak ona en ağır darbe vurulmuş oldu. Artık, Yunan ordusunun bir kere daha derlenip toparlanmasına imkân yoktu.
Böylece Batılı emperyalistlerin çok büyük ümitler besleyerek Türklerin üzerine gönderdiği bu çapulcular sürüsü bir kere daha Anadolunun harimi istetinde boğulmuştu. Çoğu kılıçtan geçirilmiş birçoğu ölmüş, bir o kadarı yaralanmış yine birçoğu da esir olmuştu. Hatta son anda Başkomutanlığa getirilen General Trikopis ile birlikte Yunan ordusunun önde gelen birçok üst rütbeli subayı da bu esirler gurubu arasında bulunuyordu. Yunan ordusundan kaçıp kurtulmak isteyen kılıç artıkları bozguncu askerlerde İzmir Körfezinde denize dökülmüştü.
İbret almayanlar için tarih bir tekerrürden ibarettir. Bu defa da tarih bir kere daha tekerrür etmiş, daha önce Romanos Diogenes ve ordusunun başına gelen felâketler; ne ilâhi bir tecellidir ki aradan dokuz asır geçtikten sonra şimdi kendilerini sözüm ona kokuşmuş Bizansın varisi sayanların, yani General Trikopis ve Yunan ordusunun başına gelmişti.
Kahraman Türk ordusunun bütün bir husumet dünyasına karşı kazandığı bu büyük zaferden bahsederken Atatürk daha sonra şöyle diyecektir; Bu meydan muharebesinin yapıldığı zamanda her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret, kahramanlık her türlü takdirin üstündedir. Özellikle (bu kahraman) askerlerimizin Yunan ordusunun kalbine ve vicdanına verdiği korku çok daha önemlidir. O korku, o titreyiş ve dehşet… bütün Yunan ordusuna da sirayet etmiştir. Bundan da öte bu korku ve titreyiş bütün Yunan milletine de geçmiştir… Netice olarak bu savaş Yunanlıların ve Rumların kalbini sindirmiştir. Bunun üzerine bu savaşa “Rum Sındığı Meydan Savaşı” demek çok daha uygun olacaktır.
Yine Atatürk bu büyük zafer hakkında şöyle demiştir. –”Yüksek bir iftiharla şunu arz edeyim ki; bu hakareti yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek saygıyı kazanmıştır. Artık milletimiz (bunun ile) korkusuzca iftihar edebilir. Ve ben böyle bir milletin aciz bir ferdi olmakla en büyük saadeti hissediyorum. Bu savaş meydanlarında emsalsiz kahramanlıklar ve çok yüksek bir zekâ (eseri) göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin en kahramanlarımızın her biri ayrı menkıbe, bir destan teşkil eden hareketlerini kemalle yükseltir saygı ve takdirle yâd ederim”.
İşte büyük zaferin Türk tarihi, Türk Milleti için ifade ettiği mâna kısaca budur. Türkler Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadoluda bir vatan kurmuşlardır. Başkomutanlık meydan muharebesi ile ise bu mukaddes Anadolu topraklarının Türk Milleti ve son Türk Devletinin sonsuza dek Türk yurdu olduğunu ve onları buralardan hiç bir güç ve kuvvetin söküp atmayacağını bir kere daha bütün dünyaya ilân ve ispat etmişlerdir. Anadolu kim ne derse desin Türkün öz yurdudur.
Şimdi ben Türk ve insanlık tarihi için böylesine önemli sonuçlar doğuran bu iki parlak zaferin küçük bir karşılaştırmasını yapmak istiyorum. Zira Türk tarihi ile birlikte dünya siyasî tarihinin mecrasını değiştiren bu iki zafer sebep ve sonuçları, itibarı ile şaşılacak derecede bir benzerlik arz etmektedir. Kader kalemi sanki hem Romanos Diogenes, hem de ondan çok daha bedbaht Yunanlı General Trikopis için aynı senaryoyu yazmıştı. Şimdi sıra ile bu senaryonun önemli unsurlarını görelim;
1.İlâhi kadere bakınız ki hem Malazgirt, hem de Başkomutanlık Meydan Muharebelerinin ikisi de aynı gün ve aynı ayda yani 26 Ağustosta başlamıştır.
2.Türk ordusu her iki harbi de Yunan ve Rum artıklarına karşı yapmış, kendi şerefli mazisine uygun ve dünya milletlerine parmak ısırtan parlak zaferler kazanmıştır. Ayrıca her iki savaş da Anadoluda yani, Büyük Atatürkün çizdiği misakı milli sınırları içinde olmuştur. Onun içindir ki bu topraklar dün olduğu gibi bugün de bizimdir, yarın da bizim olacaktır.
3.Gerek Malazgirt, gerekse Başkomutanlık Meydan Muharebesinde Yunan ve Rum orduları çok büyük bir hezimete uğramış ve onlar kendilerini artık Türklerin karşısında bir kere daha toparlayamaz hale gelmişlerdi. Onun içindir ki bu harbe büyük Atatürk, bizzat, “Rum Sındığı Harbi” adını vermiştir. Rumlar, Yunanlılar bu harbede o kadar sınmışlardır ki 1974 yılında başlatılan (aradan tam 62 yıl geçtikten sonra) “Kıbrıs Barış Harekâtında” bile Yunan Generalleri Türk ordusu ile savaşmayacaklarını dünya kamuoyuna ilân etmişlerdir. Onların hiç biri geçmişte olduğu gibi Trikopisin akıbetine düşmek istememiştir.
4.Hem Malazgirt, hem de Başkomutanlık Meydan Muharebesinde, Türk ordusu gerek asker, gerekse harp malzemeleri bakımından kendisinden kat kat üstün bir düşman gücü ile çarpışmış ve düşman ordusunu imha ederek kesin zafere ulaşmıştır. Meselâ, Malazgirt Meydan Savaşından Diogenesin ordusu çoğu piyade olmak üzere 100 bin kişi idi. Buna mukabil Sultan Alparslanın ordusu ise en iyi tahminlere göre yaklaşık 2530 bin kişi idi. Başkomutanlık Meydan Muharebesinde ise Yunan ordusunun sayısı 220 bin, Türk ordusu ise yaklaşık 190 bin asker idi. Buna mukabil Yunan ordusu harp malzemesi, araç ve gereç bakımından Türk ordusundan kat kat üstündü.
5.Kaderin ne acı bir tecellisidir ki; Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans ve Rum ordusu Başkomutanı Romanos Diogenes, Türklere esir düştüğü ve Alparslanın huzuruna getirildiği gibi, başkomutanlık meydan muharebesinde de Yunan ve Rum orduları Başkomutanı General Trikopis de Türklere perişan bir halde esir düşmüş ve Atatürkün huzuruna getirilmiştir.
6.Diğer taraftan büyük Türk hükümdarı Alparslan, Türke has bir vakar ve haysiyetle, Romanos Diogenesi karşıladığı, onun hayatını bağışladığı, hatta ona taç ve tahtını iade ettiği gibi, aradan yaklaşık dokuz asır geçtikten sonra ise Büyük Atatürk de karşısına meskenet ve zillet içinde perişan bir halde getirilen Yunan ordusu Başkomutanı General Trikopise de aynı muameleyi yapmıştır. Atatürk de şerefli ecdadından tevarüs ettiği aynı asalet ve âlicenaplığı Trikopise göstermiş, onun hayatını bağışlamış hatta ona gülerek; “General (üzme)? Yakında Selaniki alıp bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada başkumandan yaparım” diyerek gönlünü almak istemiştir.
7.Alparslanın, Malazgirtte Haçlı Bizans ordusuna karşı kazandığı parlak zafer bütün İslâm dünyasında çok büyük bir sevgi ve coşku ile karşılandığı, her tarafta günlerce şenlik ve gösteriler yapıldığı gibi Büyük Atatürkün kazandığı Başkomutanlık Meydan Muharebesi de hem Batıda hem de Arap İslâm dünyasında emperyalistlerin sömürüsü altında inleyip duran birçok milletler, Asyada Afrikada bu muhteşem zaferi topyekûn emperyalizme karşı kazanılan bir zafer olarak kabul etmişler ve bunun heyecanını duymuşlardır
Artık bütün dünya Türkün zaferini konuşur olmuştur. Büyük önder Atatürk mazlum milletlerin gönlünde muazzam bir taht kurmuş onlar için bir kurtuluş ümidi ve meşalesi olmuştur. Beyrutta, Hindistan ve Pakistanın büyük şehirlerinde halk sevinçten âdeta çılgına dönmüş ve gazeteler günlerce bu muhteşem Türk destanından bahsetmişlerdir.
- Her iki zafer de dünya siyasî tarihinin mecrasını değiştirmiş ve Türk Devleti olmadan rahat bir Avrupa ve Orta Doğunun olamayacağını ortaya koymuştur. Ayrıca Türk varlığı dünyanın bu en kritik bölgesinde Orta Doğuda en müessir bir denge unsuru haline gelmiştir. Bugün bile “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” prensibi ile hareket eden ve iki binli yıllarda 70 milyon olması beklenen güçlü, gelişmiş bir Türkiye dostlarına ümit, düşmanlarına ise korku ve endişe kaynağı olmaktadır.
Netice olarak, Başkomutanlık Meydan Savaşı ve büyük zaferle Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında bu ve bunlar gibi sebep ve netice itibarı ile gerçekten önemli daha birçok müşterek noktalar tespit etmemiz mümkündür. Hatta büyük zafer birçok yönleri ile şüphesiz Malazgirt Meydan Muharebesinden daha önemlidir.
Bütün bunlar, ebet müddet Türk Devleti ve ebediyete kadar akıp gidecek Türk millî varlığının devamı içindir. Ebediyet yolunda kahraman ordumuzun kazandığı zaferler, o ulu yolu aydınlatan milli meşalelerimizdir. Bu, dün böyle olduğu gibi, bugün de böyle olmuş, yarın da böyle olacaktır. Ne yazık ki böylesine ulu gaye ve yüksek neticeleri olan Malazgirt Meydan Muharebesine sömürgeci bir zihniyetle bakan sözüm ona yerli aydınlarımız vardır. Ancak onlar unutmasınlar ki,
Malazgirt zaferine bir istila hareketi gözü ile bakanları, ne Alparslan ve ne de Atatürkün yüce ruhu hiç bir zaman affetmeyecektir. “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve bunu söylemenin gururunu duyana.
KAYNAKLAR
Adıvar, H. E., Türkün Ateşle İmtihanı, İst 1962
Afet, İ., Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. İst. 1959.
Ağaoğlu, S., Kuvayi Milliye Ruhu, 36 İstanbul, 1964
Artık, R.D., Türk İnkılâbı ve Milliyetçiliğimiz. Ankara, 1965
Atalay, F.R., Atatürkün Hatıraları, Ankara 1965
Atatürk, Nutuk, I., II., III., 96 İstanbul, 1969
Atatürkün Söylev ve Demeçleri, 11. 2. Ankara, 1965
Belen, E., Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, 1983
Belen, E., Atatürkün Askeri Kişiliği, İstanbul 1963
Göyünç, N., Atatürk ve Milli Mücadele, İstanbul 1984
Kafesoğlu, L., Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972
Kitapçı, Z., Atatürk Millî Hâkimiyet, Türk Dünyası Tarih Dergisi, İstanbul, 1987 S.l.
Lord Kinross, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, çev. Ayhan Tezel, 5.
Özalp, K., Milli Mücadele, Ankara 1985
Turan, O., Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti Ankara 1965.
Bu makale, yayınlandığı günden itibaren 4472 defa okunmuştur.